Fahrettin Dağlı
Bütün İşleri Bir Kişiye Bağlı Olan Bir Toplum Her Zaman Kaybetmiştir
Bu konu başlığını açtığımda ilk aklıma gelen meşhur örnek, Hz. Ömer’in Halit Bin Velid’i görevden azletmesidir. Malum Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in müsteşarlığını yürütürken de Halit Bin Velid’in görevden alınmasını teklif etmişti. Her iki dönemde de Halit, orduların başında zaferden zafere at koşturuyordu. Buna rağmen Ömer onu görevden aldı. Peki, gerekçesi neydi?
Buyurun, asırlardır zihnimize kazınmış o soru ve cevabı okuyalım:
“Bazılarınız soruyor; Neden müminlerin Emiri, iyi bir komutan olmasına rağmen, Halid’i Şam Ordularının başından azletti diye? Şunu bilin ki, onu kızdığım veya kırıldığım için azletmedim. İnsanların hala şunu dediğini duyuyorum; Kimse Halid gibi olamaz ve kimse onun yerini tutamaz. Halid olmasaydı bu zaferler olmazdı. İnsanların onunla imtihan edilmelerinden korktum. Şunu bilmelerini istedim; her şeyi yapan Allah’tır. Halit ölürse ne olacak? Onun ölümüyle İslam’ın gücü azalacak mı? Daha önce insanların en hayırlısı öldü; Muhammed Rasulullah. Ama dinimiz Allahın vaad ettiği gibi yayılıyor. Bütün işleri bir adama bağlı olan bir toplum her zaman kaybetmiştir. Eğer o yok olursa bütün işler biter ve düzen bozulur, helak olur.” der.
İşte, Allah’ın muradı ve Resulünün pratiğini iyi anlamış bir muvahhit ve adil bir yöneticinin siyasal karar verirken dayandığı temel veri ve prensipler…
Kişilerle kaim sistem kişi ile birlikte ölümlüdür. İslam tarihinde bu mevzuda birçok örnek var. Bunlardan biri de Ömer Bin Abdülaziz’dir. Tarihsel konjonktürde, gerek Müslüman ve gerekse müsteşrik tarihçiler tarafından adil yönetimi nedeniyle haklı bir övgü ile anılmayı hak etmiştir. Peki, ya sonrası…İslam tarihinde ilk ciddi siyasi tecdit hareketi aktörü olmasına rağmen ömrü kifayet etmemiş ve bu tecdit hareketini kurumsal, sistemsel bir döngüye dönüştüremeden bu dünyadan göç etmiştir. Ne yazık ki çölün ortasında bir vaha gibi yeşermiş ama ölümü ile o vaha yine çölleşmiştir.
Hâlbuki beşer aklının geliştirdiği batılı demokrasilerin bu kadar uzun ömürlü yaşamaları ve bir kesintiye uğramamalarının dayandığı bir hikmet olsa gerekir. Hiçbir komplekse girmeden sebeplerini/illiyetini araştırmamız gerekir.
Burada çok şey söylenebilir. Acizane yanılıyor olabilirim. Eğer bu doğru bir tespitse Allah’a hamd ederim, yok eğer yanlışsa benim aklımın yanılmasıdır derim. Diyorum ki, Avrupa Rönesansı ve sonrasında yaşanan aydınlanma hareketlerinde, reformistler dinini ve milletini tefrik etmeksizin o güne kadar üretilen tüm bilgiyi ve müktesebatı harmanlayarak aklın rehberliğinde, ciddi arayış ve müzakerelerinin neticesinde bir yönetim sistemi inşa ettiler. Kişi kültü ve iradesinin öne geçtiği değil, halkın iradesinin ve katılımının başat olduğu bir yönetimi inşa etmeyi başardılar. Elbette bu ideal, aşılmaz, ulaşılması güç olan bir hedef değildi. Kanaatimce başardıkları en önemli şey, kurguladıkları sistemi evvelemirde bir siyasal kültüre, ahlaka dönüştürebilmeleriydi. Neredeyse onu bir din olarak benimsediler. Ve bundan sonra sistem için önemli olan şahıslar değil, halkın iradesi oldu. Halka rağmen halk yönetiminin olmayacağı kanaatini pekiştirmiş oldular.
Başardıkları önemli şeylerden bir diğeri ise, İslam’da da önemine işaret edilen ve bir türlü yönetimin temel enstrümanı haline getirilmeyen “istişare müessesini” yönetimlerinin esaslı organı haline getirmeleri oldu. “Parlamenter” bir sistem inşa ederek işletmeyi başarabildiler. Toplum ile ilgili meselelerin, istişare kurullarında ve komisyonlarda görüşülüp parlamentolarda karara bağlanmasını sağladılar. Böyle olunca da birkaç istisna dışında yönetimde temsil edilen siyasi figürlerin, siyasi bir karizmaya tutunarak güç devşirmelerine fırsat aralanmamış oldu. Bu anlamda kimse de vazgeçilmez olmadı. Neredeyse üç asır geçti ve kurulan sistem bir şekliyle kendini güncelleyerek bugünümüze kadar sistemsel iddiasını sürdürmeyi başardı. Ve bugün diğer milletlere/toplumlara örnek olmaya da devam ediyorlar.
Temelde İslam kültürünün kaynaklık ettiği (adalet, istişare, ehliyet, liyakat) yönetim anlayışı ve felsefesi üç asırdır iddiasını sürdürmektedir. Onun için de bugün Batı Avrupa’da karizmatik liderler yoktur. Liderlerden ziyade parti programları ve siyasi tercihler öne geçmektedir. Bunun bir sonucu ve çıktısı da söz konusu ülkelerin parti liderleri ve yöneticilerinin, halk arasında rahatça dolaşabilmeleri ve minimum güvenlik problemi yaşamalarıdır. Çünkü onların canına kastetme niyeti olanlar, onu ortadan kaldırmakla, tasfiye etmekle, işleyen bir sistemi geri çeviremeyeceklerini biliyorlar. Bu ülkelerin hiç birinde liderler, bizde olduğu gibi etrafında yüzlerce koruma ile dolaşmazlar. Bir zamanlar Danimarka’nın Kopenhag şehrinde yaşayan bir yakınım anlatmıştı; “Danimarka Başbakanı sabahları bizim gibi bisikletine biner, gelir fırından ekmeğini alır gider. Kimse ona dönüp bakmaz. Kimsenin ilgisini çekmez. Kimse ona tabasbus etmez.”
Ne dersiniz? Güvenin bu kadar hâkim olduğu bir ülkenin sisteminin adı çok mu önemli? İster demokrasi olsun ister başka bir şey… Bizimkiyle kıyas ederseniz, adalet ve güvenin sağlanması anlamında hangisi İslam’ın temel siyasal değerlerine daha yakın? Burada komplekse girmeye gerek yok. Niyetim, Avrupa meddahlığı yapmak da değil. Ama gerçeği gizlemek ve saklamaktan da imtina ederim. “İlim, Çin’de de olsa ilmi arayınız!” diyen bir dinin mensuplarıyız. O halde yapacağımız şey, herhangi bir dini ve milli komplekse girmeden hakikatin iz takipçiliğini yapmaktır. Unutulmamalıdır ki, “Bulanlar, arayanlardır…”
Evet, kişi kültü yerine sistem inşa etmeyi hedeflemek lazım. Kişilere bağlı olarak değişen değil, koşulların değişimine göre sistem yenileyen bir akla, iradeye ve kültüre ihtiyaç var.
Karizmaları, onları resmeden resim ve heykelleri tasfiye edip, popülist ve halk dalkavukluğu siyaseti yerine, ilmin ve ahlakın rehberlik ettiği siyasetin ilke ve prensiplerini siyasetimizin baş tacı edelim.
Tarih
Bu makale 22378 kişi tarafından okundu.